Bu blog, ülke değerlerine tanıtım katkısı veren birey, konu ve olaylarla Kapadokya izi sürecek. Bu açıdan iki deneme yazısı sunmuştum.
İlk yazı Aristophanes ve Dionysos. Tarih öncesiyle bizim olan, Anadolu’yu saran ve Anadolu’yu öteki topraklardan ayıran biraz da içrek bir konudur bu. Dionysos biraz da değil çokca Kapadokya’dır.
Kapadokya sözü sınırları esnek bir toprak parçası gibi görünse de, sonuç olarak Orta Anadolu’dur keşif masasında irdelenen yer.
Aristophanes yorumlarıyla Dionysos bu esnek sınırları aşarak Ege’ye Akdeniz’e ulaşan ve evrensel bir platformda başlı başına gündem olan ve edebiyat sınırlarından taşarak daha başka alanları kapsayan ve dar çerçevelere sığmayan ruhsal dinginlikle ve esenlikle doludizgin düşündürücü çoşkun ve içrek bir konudur.
Böyle olsa bile, bugün bile kesin anayurdu saptanamamış üzüm kütüğü kültünün özüne indirgenen Dionysos, bireyine göre hem sert, yakıcı ve yıkıcı fiziksel dünyayı algı ortamı için kolaylaştırdı ve sevimli kıldı, hem de tinsel dünya ile bir inancalar zinciri de oluşturdu.
Kapadokya sözü eşzamanlı bir çağrışım efekti yapacak ve bu konularla biraz içli dışlı olan zihinler için bireyine göre, bireyin bilgi dağarına bağlı algı sınırları oranında düş ve giz kapılarını yeniden yaratacaktır.
Duruma böyle bir açıdan, her türlü güdülemeden uzak, serbest ve bağımsız bir zihinsel etkinlikle yaklaşılınca Dionysos ve üzüm kütüğü kültü ile açılan içsel söyleşiler ve ortaya çıkan derinlik bu konunun tarih öncesi bağlantılarını da derin sulardan çekerek getirecektir.
Bu konuyu nesnel yazın dünyasına sunan ilklerden birisi de, yazılı metinler açısından Aristophanes adı ile öne çıkacak, çağları aşarak bize ulaşacaktır. Ne yapalım ki ister istemez bu böyledir.
Üzüm kütüğü anayurdu, ister Kapadokya olsun ki, bana göre en yakını budur, ister Kuzey Mezopotamya olsun, ister Pera yamaçları, Galata bayırları, İstanbul, ister Kars Platosu üçgenleri içinde Gürcistan Ermenistan, olsun evet ne değişecektir?
Şöyle de olsa böyle de olsa yine Dionysos sahne alır, eldeki verilerle yine Aristophanes sahneye çıkar ve yine Dionysos ve üzüm kütüğü kültü üzerine arkaik yazınsal metinlerini masaya bırakıp geçip gider.
Bu ve başka nedenlerle ilk yazı, Hititler’i de güncelleyen bir düzlemde, Aristophanes ve Dionysos ikilisi ile ilişkin bir deneme yazısı oldu.
Yayınlanışının onuncu yılı olan kincisi ise, yirmi yıl aradan sonra bir kez daha gidişimde yazmıştım ve bu da Radikal Gazetesi’nde (23 Şubat 1998 s.4) yayınlanmıştı. Gelecek yazı ise bir söyleşi olacak.
Açıklamada geciktim. Geçtiğimiz günlerde, Kasım ayında yolumuz ilkin Muğla’dan geçti, ilkin Köyceğiz’de konakladık, ardından yine Muğla’ya döndük ve söyleşiler yaptık. Bununla yetinmedik, nasıl oldu ise bu kez yolumuz İstanbul, Ankara, Uçhisar’dan, Ürgüp, kısacası Kapadokya’dan geçti. Yine söyleşiler yaptık, anı tazeledik ve döndük.
Gelecek yazı bir söyleşi olacak, dedim ya, çocukluğuyla bize Uçhisar’ı anlatan, daha özü Uçhisar’ı Muğla’da yaşayan Sayın Şener Oktik, (Prof Dr, Muğla Üniversitesi Rektörü) söyleşi konuğumuz olacak.
Sayın Oktik, Türkiye ile kendisini içselleştiren değerli bir bilim insanı olmakla birlikte, bireylik odağı olan çocukluk sarmalında güzel yaşam deneyimleriyle ve anılarıyla dolu dolu bir Uçhisar ile ana/baba ocağını unutmayanlardandır. Söyleşi, anılarla ilerleyen bir Uçhisar sunacak.
Sevgi içtenlik…
Tekin Sonmez
Stockholm, 6 Aralık 2009